“ÇOCUKLARIN FITRATINI BOZMAMA SANATI”
Her sanatı icra eden bir sanatçı olduğuna göre “Çocukların fıtratını bozmama sanatının” da muhakkak bir sanatçısı olacaktır. Çocuklarımız karı-kocayı, anne-baba sıfatlarına büründüren varlıklar olduklarına göre “Çocuğun fıtratını bozmama sanatının” sanatçısı da doğal olarak ebeveynlerdir.
Birçok anne baba adayı yuvalarını kurarken ileride sahip olacakları bu sıfatların onlara yükleyeceği sorumlulukları düşünmezler bile. Ve hatta seçtikleri eşlerin ileride nasıl bir anne ya da baba adayı olacağının da kıymeti yoktur başlangıçta.
Günümüz gençlerinin mantığıyla önemli olan aşk değil midir hem, seçilen eşin ailesine veya ebeveynliğe yatkınlığının ne önemi var ki, kendisine yakışsın yeter…
Evet, bir şekilde yuvalar kurulur ve çocuklar kucaklara alınır.
Böylece kimi ailelerin EFENDİSİ, kimi ailelerin DEĞERSİZİ, kimi ailelerin ise EN KIYMETLİSİ dünyaya gelmiştir artık.
Her çocuk sağlıklı doğmaz elbette…
Annenin hamilelik döneminde bencilce, bilinçsizce beslenmesi, zararlı alışkanlıklarına devam etmesi, gergin, stresli bir dönem yaşaması elbette çocuklarımızda bir takım sağlık sorunlarını beraberinde getirecektir. Ancak bizler kusuru kendimizde aramaktansa mükemmel olan yaratılışı beğenmez ve bu beğenmeyişin adına da KADER deriz.
İşte bu çocuklar daha önceden de yazdığımız üzere “Hayata 1-0 geriden başlayan çocuklardır.”
Nasıl ki sağlıklı bir beden gelişimi anne karnında başlıyorsa çocuklarımızın eğitim süreçleri de burada başlamaktadır.Anne karnında sessiz, sakin bir ortamda yavaş yavaş öğrenmeye alışmış olan çocuklarımız çok büyük bir öğrenme gücü ve isteğiyle yaratılmıştır. Biz anne babalar bu güce saygı duysak ve çocuklarımız için uygun öğrenme ortamları hazırlasak KÂİNATIN SORUNU EĞİTİM işini halledeceğiz.
Bunun için süper kahraman olmaya da gerek yoktur çünkü süper güçlerle donatılmış küçük kahramanımız tam karşımızda durmaktadır.
Ancak biz yetişkinler oldukça kolay olan bu durumu uygulamaktansa zor yoldan gideriz.
Muazzam yeteneklere sahip çocuğumuzu köreltme planımızı adım adım devreye sokarız.
Öncelikle sükûnete ve yavaş öğrenmeye alışmış çocuklarımızı çok sayıda işitsel ve görsel uyarıcılarla baş başa bırakırız. Gün boyu açık televizyonlar, emzik gibi her ağladığında çocuğumuzun gözüne sokulan cep telefonları, sohbet ettiklerinde dahi ses tonlamalarından dolayı kavga ettikleri zannedilen yetişkinler…
Yaratılışı itibarıyla her uyarıcıya tepki vermesi gereken çocuğumuz tüm bu uyarıcılara tepki vermeye çalışırken farkında olmadan hız kavramıyla tanışır. Yavaşça, özümseyerek, hissederek öğrenmeye programlanmış çocuklarımız hızlı öğrenmeyle birlikte eksik öğrenme, anlamadan öğrenme, öğrendiğini kavrayamama gibi durumlarla karşılaşır. Çocuklarımızın fıtraten alışkın oldukları öğrenme şeklini bozarak öğrenme gücü ve isteğini yavaş yavaş yok ederiz.
Ve sonuç; karşımızda öğrenme güçlüğü çeken binlerce çocuk…
Peki, öğrenememenin suçlusu kimdir?
Tabi ki çocuklarımız!!!….
Çünkü sebebini sorduğumuzda her anne baba, çok büyük fedakârlıklarla görevlerini layıkıyla yaptıklarını, yemeyip yedirdik giymeyip giydirdik örnekleriyle açıklarlar. Sanki birileri anne ve babasından daha iyi yiyen ve giyinen çocukların çok daha başarılı olacağını söylemişçesine…
Böylece uzun bir hayatın ilk suçuyla tanışmış olur çocuklarımız…
Artık tanısı konmuş olan suçlu çocuklarımız ileride daha birçok suça bulaşacaktır.
Örneğin doğuştan açlık ve tokluk hislerini bilir çocuklarımız. Çocuğunu doyuran anne süre tutar, süre dolunca acıktı diyerek yeniden doyurur çocuğunu. Bu böyle sürüp gider. Hâlbuki acıkan çocuk ağlayarak bu isteğini belli eder, gerektiğinde besleneceği için sağlıklı olur, acıkmayı ve doymayı öğrenir. Ancak biz çok bilmiş! anneler ne yaparız?
Ne bilecek parmak kadar çocuk? der ve yedirdikçe yediririz…
Peki sonuç, DENGESİZ BESLENEN çocuklar…
Sürekli yiyen, acıkma ve doyma hissini bilmeyen çocuklar…
Evet, sonunda ikinci suçlarıyla da tanışmış olur çocuklarımız…
Öğrenemeyen çocuk artık yemek yemeyi bilmeyen çocuk da olmuştur.
Ve yine doğuştan uyuma isteğiyle yaratılmış çocuk, annenin uygun gördüğü saatlerde uyumaya zorlanır. Esasında çocuğu uyutmanın formülü çok basittir, yorulan çocuk vakti gelince uyur, sadece bu kadar…
Ancak biz ebeveynler çocuklarımızın bu isteğine saygı duymayız, bazen sallayarak bazen arabalarda turlar attırarak bazen de ıssız odalarda saatlerce bekleterek zorla uyutmaya çalışırız çocuklarımızı…
Sahi, her çocuk aynı saatte ve aynı süre boyunca uyumak zorunda mıdır? Belki de fıtraten uykuyu çok sevmeyen bir çocuğumuz vardır…
Peki sonuç, ZORLA UYUYAN çocuklar…
Öğrenemeyen ve yemek yemeyi bilmeyen çocuk artık uyumayan çocuk da olmuştur.
Ve böylece çocuğumuzun suç dosyası gittikçe kabaracaktır.
Evet, sevgili okurlar….
Yazarsak bu örnekler böyle sürüp gidecek…
Hâlbuki işin püf noktası çok basitti…
Çocuklarımızın doğuştan sahip olduğu fıtratlara saygı duymak ve çocuklarımızın kendilerini ifade edebilecekleri ortamlar oluşturmak.
Sanatçı olmak elbette zordur ancak “Çocukların Fıtratını Bozmama Sanatı” çok büyük yetenekler ya da eğitimler istemez. Çocuklarımızın kendilerini tanıması onlar için de çok heyecanlı bir keşiftir aslında, bizim ise bu keşifte onlara koşulsuz sevgiyle gelen birer rehber olmamız yeterli olacaktır.