DERİN UYKUDAKİ VİCDANLAR
Hayat mücadelemizde bizimle yol arkadaşlığı yapan her şeyle bir gün yollarımız ayrılır nihayetinde.
Zaman olur; analar evlatlarından, evlatlar dostlarından, dostlar işlerinden, iştekiler eşlerinden ayrı düşer.
Ve hatta bazen beden ruhtan, ruhlar ise dünyadan kopar gider.
Her şeyin ve herkesin bizleri terk-i diyar eylediği şu fani dünyada “ayrılmama” mücadele verenler de vardır elbette.
Bunların başında gelen vicdanlarımız, son nefesimize kadar bizlerden kopmamayı kendilerine görev bilirler.
Kalpler, onlarsız karar vermek istemez, hatta karar verirken beyni de yanlarına alır, çoğu kez üçlü istişareler ile işler neticelendirilir.
Vicdan denilen bu arkadaş yoksa kararların merhametsizliği, insanların acımasızlığı, hayatın insafsızlığı titretir arş-ı alayı.
Gündüzleri bir bebek misali severiz vicdanları uyutmayı.
Ancak geceleri başımızı yastığa koyduğumuzda birden uyanıverir vicdanlar.
Sanki hiç uyumamışçasına öyle dinç konuşmaya başlarlar ki!
Hayret ki ne hayret!
Uyuduğunu düşündüğümüz vicdanlar bir öğrenci misaline ne güzel çalışmıştır gündüz ödevlerine…
Alınan notlar bir bir saçılır ortalığa, iç sesler iç seslere karışır…
Konuşmaya başlayan vicdanları susturmak ne mümkün!
Dikkate almasak ta, cümlesini tamamlar vicdanlar; çünkü yaratılış fıtratı bunun üzerinedir vicdanların.
Bizleri kandırmamak üzerine program yüklenmiştir vicdanlara, bir aynaya bakarcasına kendimizi görürüz konuştuklarında.
Her konuda akil olan vicdanlar herkese kılavuzluk yapmaya çalışırken en çok da anne ve babaların yaptıklarını kafa yorarlar.
Çünkü bilirler ki, eşref-i mahlûk yetiştirmek yalnızca insanoğluna görev biçilmiştir.
Ve vicdanlar bu konuda Allah’a verecekleri hesabı düşünerek anne ve babalara karşı hata yapmak istemezler.
Peki, hep içe fısıldayan vicdanlar anne babalara neler mi söylerler?
Sesi hep içerlerde beklerken vicdanların dışa vuran sesleri kulaklarımızı nelere şahit yapar ki?
Yahutta, vicdanlarımızın anne ve babalığımızla ilgili bizlere haykırışlarını duyduğumuzda kendimizle yüzleşmek kaçımızın hoşuna gidecek ki?
-Sormak isterim,
Kaçımızın hoşuna gider etrafımızda şöyle haykırışlar;
-Kötüye giden evliliğini kurtarmak ya da eşine karşı bir eşya misali kullanmak gayesiyle çocuk yaptın ve masum bir yavruyu mutsuz bir yuvaya mahkûm ettin. Yaptığın bencillikten mutlu musun?
-Sadece doğurmakla bir canlının tapusunu almak , “artık ben ne dersem o” hükmü için tek başına yeterli midir sence?
-Çocuğuna telefon aldın, tablet aldın, marka marka kıyafetler aldın ve onun dışını çok güzel süsledin, bıkmadın mı maddiyatla çocuğunun maneviyatını boşaltmaktan?
-İşine vaktin oldu, eşine vaktin oldu, dostuna vaktin oldu, gerçekte olmayan sosyal âlemlere bile daldın daldın gittin de bir çocuğuna mı zaman ayıramadın?
-Kibarlığını iş ve dost çevrene sattın, tüm hoş görün dış dünyaya, etrafta sevgi kelebeği gibi dolanırken hakaretlerinin, sert sözlerinin, kaba davranışlarının muhatabı evladın olmak zorunda mı?
-Yolda yürürken yanlışlıkla çarptığın kişiye “pardon” derken, önünden tabağı alan garsona “teşekkür” ederken, hata yapana sadece “daha dikkatli ol” uyarısı yaparken hayata seninle gözlerini açan yavruna da bu kadar medeni davranıyor musun?
Dahası;
-“Şu çocuğunun bir sosyal medya hesabın kadar bile değeri yok” diye bağıran bir sesi hiç mi duymadınız?
-Yapamıyorsa sen öğretmediğin içindir, düşünemiyorsa sen konuşmadığın içindir, sevmiyorsa sevginin özünün tattırmadığın içindir diyen bir ses hiç mi uğramadı kapınıza?
Sorular,sorular,sorular….
Duyulamayan Sorular…
Çözülemeyen Sorunlar….
Uğraşmayan Sorumlular…
Daha nice soruları vicdanlarımız sordu da bizler mi yanıtsız bıraktık acaba?
Kim bilir…
Belki de cevabını bilmediğimiz soruları duymazlıktan gelme gibi genetik bir rahatsızlığımız vardır…