“Abraham” yani “İbrahim Anlaşması” adı verilen bu siyasi girişim, Hz. İbrahim’in tevhid mücadelesini değil, çıkar eksenli bir işbirliğini simgelemektedir. Kur’an’da bir “ümmet” olarak tanıtılan Hz. İbrahim (Nahl, 120), zulme ve şirk sistemlerine karşı tavır koymuş bir peygamberdir. Bugün onun ismiyle anılan bu anlaşma ise tam tersine, zulmün kurumsallaşmasına onay vermekten ibarettir.
Filistin halkı hâlâ işgal altında acı çekerken, Birleşik Arap Emirlikleri’nin İsrail’le “normalleşme” adı altında attığı adım, İslam dünyasında derin bir kırılma yaratmıştır. Bu anlaşma, mazlumun değil, zalimin yanında yer almaktır. İsrail’in Batı Şeria’daki ilhak planlarını “askıya alması” bir barış göstergesi değil, sadece geçici bir aldatmacadır. Üstelik Netanyahu bile bu gecikmenin Trump’ın ricası üzerine gerçekleştiğini açıkça söylemiştir. Bu bir barış değil, çıkar pazarlığıdır.
Mısır, işgal altındaki topraklarını kurtarma amacıyla İsrail’i tanımıştı. Ürdün’ün Oslo sürecine katılımı ise barış umuduyla yapılmıştı. Peki BAE’nin gerekçesi nedir? Ortadoğu’da vekâlet savaşları yürüten bir ülke neden İsrail’le yakınlaşır? Cevap açıktır: Abu Dabi yönetimi, kendi bölgesel etkisini İsrail ve ABD’nin desteğiyle güçlendirmek istemektedir.
Bu durum, sadece stratejik değil, aynı zamanda ahlaki bir sorundur. Zira Müslüman, zulme ortak olamaz. Allah Teâlâ, “Zalimlere meyletmeyin, sonra size ateş dokunur” (Hud, 113) buyurmaktadır. Filistinlilerin haklarını pazarlık masasına yatıran bir yaklaşımın İslamî meşruiyeti yoktur.
Türkiye’nin tavrı, bu bağlamda daha ilkeli bir yerde durmaktadır. İsrail ile zaman zaman diplomatik ilişkiler kurulmuşsa da, bu Filistin lehine bir inisiyatif alma çabası olarak görülmelidir. Davos çıkışı, Mavi Marmara süreci ve Gazze’ye yönelik saldırılara karşı gösterilen refleksler bunun açık göstergesidir.
Bir yanda İsrail’in yayılmacı politikalarına göz yuman bir BAE; diğer yanda ise barışı önceleyen, ama gerektiğinde “one minute” diyebilen bir Türkiye... Bu iki duruştan hangisi Hz. İbrahim’in mirasına daha yakındır?
Mazlum Filistin halkının haklarını görmezden gelenler, belki bugün bazı siyasi kazançlar elde edebilirler. Ancak “Rabbinin huzurunda saf saf dizildikleri zaman, Allah’a verdikleri sözü hatırlayıp pişman olacakları” (Saff, 6) günü unutmasınlar.
Bu mesele bir diplomasi değil, bir iman meselesidir. Zira zulme karşı susmak, dilsiz şeytan olmaktır. İbrahimî bir duruş, zalimin sofrasına oturmayı değil, mazlumun safında sabırla durmayı gerektirir.
Elbette burada Türkiye'nin de zaman zaman çelişkili duruşlar sergilediği olmuştur. Mazlumun yanında olduğunu iddia eden bir devletin, zalimle aynı masada görünmesi; üstelik bu masadan mazluma değil işgalciye fayda çıkıyorsa, bu durum vicdanen ve siyaseten sorgulanmalıdır.
İbrahim Anlaşması gibi girişimler, barışı değil, işgali ve tahakkümü normalleştirmeye yöneliktir. Böyle bir ortamda Türkiye’nin sessiz kalması ya da ticari ve diplomatik ilişkileri gerekçe göstererek açık tavır koymaktan geri durması, ümmetin vicdanında kırgınlık yaratmaktadır.
Diplomasi esnekliği ile ümmet sorumluluğu birbirinden ayrılmalı; ama bu ayrım zulmü meşrulaştıran bir zemin hâline dönüşmemelidir. Türkiye, ümmetin onurunu temsil eden bir ülke olarak, çıkarlarla ilkeler arasında tercih yapma noktasına geldiğinde ilkelerden yana durmak zorundadır. Zira “Allah’ın ipine sımsıkı sarılın” (Âl-i İmrân, 103) emri, sadece bireyler için değil, ümmet adına karar veren yöneticiler için de geçerlidir.
Türkiye, geçmişteki hataları tekrarlamamalı; Filistin davasını pazarlık konusu yapmamalı ve hak ile batıl arasındaki çizgiyi net biçimde korumalıdır. Aksi takdirde, Filistin’in feryadı altında yalnızca Arap rejimleri değil, sessiz kalan ya da yönünü kaybeden tüm İslam ülkeleri ezilir.
Selam ve Dua İle,
Zübeyt BOZKURT