Bugün ülkemizde siyaset, bir fazilet yarışı değil; çıkarların, entrikaların ve iktidar kavgalarının arenasına dönüşmüş durumda. Siyasi partiler, ideolojilerinden çok iktidar stratejileriyle meşgul. Sağcısı, solcusu, muhafazakârı ya da liberal olanı fark etmiyor: Hepsi aynı çarkın dişlisi hâline gelmiş, aynı sistemin bekçiliğini yapıyor. Siyaset kurumu, halkın iradesinin değil, belli başlı çıkar gruplarının aracına dönüşmüş durumda. Bu durum, yalnızca demokrasiye değil, aynı zamanda ahlaki temellere de ciddi bir darbedir.
Bugün iktidarda olanlar, gücü halk adına değil, halkın üzerinden kullanıyor. Muhalefette olanlar ise iktidarı eleştirmekten çok, bir gün aynı imtiyazlara sahip olma umuduyla koltuk bekçiliği yapıyor. Herkes değişimden söz ediyor ama kimse önce kendisini değiştirmiyor. "Temiz siyaset" sloganlarıyla ortaya çıkanlar, ilk fırsatta eski siyasetin bütün kirli yöntemlerini devralıyor. Çünkü mesele halkın sorunlarını çözmek değil, güç sahibi olmak. Ve güç sahibi olmak, ahlaki kaygıların terk edilmesiyle mümkün hale gelmiş durumda.
Oysa siyaset, makam değil emanettir. Her siyasetçi, temsil ettiği halkın hem hukukunu hem de vicdanını korumakla yükümlüdür. Ne var ki bu yükümlülük, bugünün siyasetçileri için bir ideal değil, bir külfet olarak görülüyor. Şeffaflık, hesap verebilirlik ve dürüstlük gibi kavramlar, yalnızca seçim dönemlerinde hatırlanan vitrin süslerine dönüşmüş durumda.
Siyasi ahlak, sadece rüşvet almamakla, yolsuzluk yapmamakla sınırlı değildir. Doğruyu çarpıtmamak, halkı kandırmamak, hakikati manipüle etmemek de bunun bir parçasıdır. Bugün halkın siyasete duyduğu güven neden bu kadar sarsılmış durumda? Çünkü siyasetçinin sözü artık gerçeği değil, manipülasyonu temsil ediyor. Samimiyetin yerini PR çalışmaları, dürüstlüğün yerini danışman stratejileri aldı. Siyasetçinin vaadi artık bir söz değil, bir pazarlama aracı.
Siyasi partiler, kitlelerini bilinçli vatandaşlar değil, sadık seçmenler olarak görüyor. Oy veren değil, biat eden bir kitle yaratma arzusu hâkim. Medya gücü, sosyal medya orduları, trol hesaplar bu uğurda kullanılıyor. Oysa gerçek demokrasi, sorgulayan, eleştiren ve gerektiğinde hesap sorabilen bir halkla mümkündür. Ama bugünkü siyasi kültür, tam aksine halkı pasifleştiren, düşünmesini değil, itaat etmesini isteyen bir yapıyı besliyor.
İslamî bir perspektiften bakıldığında ise manzara daha da vahim. Hz. Peygamber’in siyaset anlayışı, adaletin, merhametin ve doğruluğun siyasetidir. Devlet yönetimini bir ganimet değil, bir yük olarak gören bir anlayıştır. Güçlünün değil haklının yanında duran, yetimi, yoksulu, öksüzü önceleyen bir siyasettir bu. Bugünse İslamî söylemler, sadece taban konsolidasyonu için bir araç olarak kullanılıyor. Gerçek İslamî siyaset, ahlaki bir sorumlulukla yapılır; menfaat için değil, hizmet için yürütülür. Ama ne yazık ki bugün "İslamî siyaset" iddiasında olanlar bile bu erdemin çok uzağında.
Sonuç olarak, siyasi ahlak bir erdem değil, bir mecburiyettir. Ve bu mecburiyeti yerine getirmeyenler, ülkeyi yalnızca ekonomik ya da siyasal olarak değil, ahlaken de çökertmektedir. Siyaset, ancak ahlakla yeniden buluştuğunda anlam kazanır. Aksi halde, halkın gözünde tüm siyasi yapılar birer çıkar kulübüne, birer güç lobisine dönüşür. Halk, bir kez daha aldatılmak değil; hakkıyla, adaletle ve şeffaflıkla yönetilmek istiyor. Bu talep, bir lüks değil; bir haktır. Bu hakkı tanımayanlar, günü kurtarabilir ama geleceği inşa edemez.
Selam ve Dua İle,
Zübeyt BOZKURT