“Zihinleri kapalı olanların temel problemi, ağızlarının daima açık olmasıdır” der La Edri…

Ve yine;

“Bilginin doğal sonucu konuşmak, bilgeliğin ayrıcalığı ise dinlemektir” der W. Shakespeare

Neden konuşmak değil de “Dinlemek”!

Hâlbuki toplumumuza etkili iletişim yolunu sorsalar muhakkak konuşmak deriz.

Çocukluğumuzdan itibaren  ”İnsanlar konuşa konuşa anlaşır” muhabbetinden hareketle tüm yaşantımızı etkili ve güzel konuşmaya adarız.

Hızlı konuşanlar çok zekidir bu toplumda, cümlelerine iki Arapça yâda İngilizce kelime katanlar bilginin efendisi gibi görülür, hele bir de konuşurken sesiniz gür çıkıyor ve etrafınızda kimsenin konuşmasına izin vermiyorsanız tüm haklılıklar sizin gibi algılanır nedense…

Çocuklarımızın çok konuşması zekâ parıltısıdır bizlerde, bununla gurur duyar, “Uzun konuşanı kısa dinlemek lazım” diyen Farabi’yi inkâr edercesine sırf daha çok konuşsunlar diye susmayı tercih eder yetişkinlerimiz.

Çevremizde çok sayıda güzel konuşma dersleri veren kurslar, eğitmenler vardır mesela.

Konuştukça konuşmak, dolu ya da boş önemli değil çünkü esas olan konuşmaktır bizlerde.

Kelimeleri yayarak ve Türkçemizi bozarak konuşanlar ilgi çekici, fenomen, sessizler ise asosyaldir çevremizde.

Basmakalıp cümleler kurup ortalama 200 kelime ile konuşanlara kanımız ısınır ve “samimi, doğal insan” etiketini basarız onlara.

Buna karşın bilgi birikimi ve kelime dağarcığı zengin olup anladığımız dilin hafif uzağına geçenleri ise toplumdan dışlarız.

Söylediklerinin önemi yoktur onların.

Kibirli, ukala, toplumun nabzını tutamayan, gerçeklerimizden uzak, Anadolu’ya yabancı görürüz onları.

Velhasıl kelam çok konuşanı, bizim gibi konuşanı, sesi gür çıkanı genetik olarak daha çok severiz toplumca.

Konuşa konuşa anlaşmanın giriş ve gelişme kısımlarını doğru! uyguladığımız halde sonuçlar da istediğimiz gibi mi acaba?

-Konuşma oranının artmasına karşın insanlar arasındaki iletişimin azalması,

-Konuşma oranının artmasına karşın insanlarda birbirini anlayamama probleminin çoğalması,

-Konuşma oranının artmasına karşın insanların kendilerini doğru ifade edebilme becerisinin azalması,

-Konuşma oranının artmasına karşın öğrenme kalitesinin düşmesi,

-Konuşma oranının artmasına karşın toplum ve aile yapılarımızın bozulmaya başlaması gösteriyor ki sonuçlar hiç de iç açıcı değil.

Peki, ne oldu da bizler  “Konuşa Konuşa anlaşamayan” insanlara dönüşmeye başladık?

Çok konuşmaya ve hatta çocuklarımızı da çok konuşturmaya çalışırken gözden kaçırdığımız gerçekler nelerdi acaba?

Eskiden evlerimizde dedelerimiz, ninelerimiz konuşur, çocuklarımız dinlerlerdi yani küçüklerimiz dinleme kültürüyle büyürlerdir.

Koskoca 60-70 yıllık ömürlerin hayat tecrübelerini ders öğrenir gibi saygıyla, edeple dinlemek etkin bilgiye ulaşmanın hem en ucuz hem de en etkili yöntemiydi.

Evlerin küçükleri bu sayede dinleme adabını, dinleyerek öğrenme yöntemlerini, dinlemenin yanında kendilerini de ifade etme becerilerini ilk olarak ev içinde öğrenirlerdi.

Modern tabiriyle X ve Y kuşağı olan bizler evlerimizde öğrendiğimiz dinleme olgusunu okullarımıza ve toplumsal ilişkilerimize de yansıtarak daha sağlıklı ilişkiler kurmayı, birbirimizi anlamayı, sorunlarımızı daha kolay çözmeyi öğrenmiş olurduk.

Ancak günümüz ebeveynlerinin en büyük hatası, sürekli ve manasız konuşmayı günlük rutine haline getirmiş, dinleyemeyen çocuklar yetiştirmeyi kanıksamış olmalarıdır.

Günümüz çocukları dinlemeyi ve dinleyerek öğrenmeyi bilemedikleri için sürekli konuşarak öğrenmeye çalışmakta, hep bildikleri eksen etrafında döndükleri için de kendilerini geliştirememektedirler.

Her köşe başında çocuğuyla konuşmaya çalışan ancak anne ve babasını dinlemeyen, sürekli bildiklerini tekrarlayan ve sonuçta ailesinin sabrın bitirdiği için amacına ulaşan çocuklar görmekteyiz.

Evde dinlemeyen bir çocuğun dışarıda dinlemesini beklemek te ayrı bir sorundur üstelik.

Bir an önce Anadolu aile kültürümüzden bizlere miras kalan  “dinleme” olgusunu yeniden dikkate almalı ve çocuklarımızı, büyüklerini saygıyla dinleyen, söz kesmeyen, kendini de edeple ifade edebilen bireyler olarak yetiştirmeliyiz.

“Dinlemeyen çocuk öğrenemez” düsturunu hayatımızın merkezine koymalı ve çocuklarımıza muhakkak kendimizi dinletebilmeliyiz.

Okullarımızda ilkokuldan itibaren –dinleme- merkezli etkin iletişim yöntemleriyle ilgili dersler konulmalı, eğitimin dili “Gözlemle, dinle, sus, az yargıla, çok sor “ diyen Plato’nun felsefesiyle örtüşmelidir.

Dinlemenin en büyük nezaket olduğu gerçeğini biz yetişkinler de unutmamalıyız. Karşımızdaki insanlarla yaşadığımız sorunların çoğu onları anlamamamızdan kaynaklanmaktadır. Çok konuşan insanlar az düşüneceği için dinleyerek daha fazla düşünmeye zaman ayırmalı ve dinleme sanatını iyi icra edenlerden olmalıyız.

Bizim iletişim dilimiz önce dinleme, ardından konuşma üzerine kuruludur, bizim dinimiz ilim dinidir, gevezelik dini değildir..

C. Morley’in dediği gibi;

“Güzel konuşmak için tek bir yol vardır, dinlemeyi öğrenmek”

Bu sebeple dinlemeyi öğrenebilirsek güzel ve etkili konuşma işini de halletmiş olacağız.