Türkiye, son yirmi yılda dış politikada bir kırılmalar zinciri yaşadı. "Yurtta sulh, cihanda sulh" diyen kurucu dış politika çizgisi, yerini "komşularla sıfır sorun" stratejisine bıraktı; ardından ise “herkesle problemli, ama iddialı” bir dış politika dönemine geçildi. Bugün geldiğimiz noktada ise Türkiye, küresel ölçekte yönünü yeniden arayan, çok eksenli bir dış politika yürütmeye çalışan bir ülke konumunda.
Peki bu dış politika çok boyutlu mu, yoksa çok yönsüz mü?
Bir yandan NATO’nun üyesi olarak Batı bloğunda duruyoruz, diğer yandan Rusya ve Çin ile yakınlaşma sinyalleri veriyoruz. ABD ile stratejik ortaklık deniliyor ama aynı anda ABD politikaları açıkça eleştiriliyor. Avrupa Birliği'ne tam üyelik hedefi hâlâ kâğıt üzerinde duruyor, ancak Brüksel ile ilişkiler ciddi bir güven bunalımı içinde.
Ortadoğu’da Suriye politikası hâlâ bir çıkmaz. Mülteci sorunu hem içerideki toplumsal yapıyı hem dışarıdaki ilişkileri zorluyor. İran’la ekonomik bağlar korunurken siyasi olarak farklı kamplarda yer alıyoruz. İsrail’le ilişkiler inişli çıkışlı, Filistin meselesi ise artık sadece dış değil, iç politika malzemesi hâline getirildi. Azerbaycan ile kurulan güçlü bağlar ise bölgesel etkinlik açısından olumlu bir istisna. Bir diğer önemli alan da Afrika ve Asya açılımı. Son 10 yılda Türkiye, bu iki bölgeye büyükelçilikler açtı, ticaret hacmini artırdı, askeri iş birlikleri kurdu. Ancak bu açılımlar bile zaman zaman bir “alternatif blok” kurma çabası olarak görülüyor.
Türkiye'nin dış politikada yaşadığı en büyük sorunlardan biri ise öngörülebilirlik eksikliği. Dış politikada güven, sadece askeri güçle değil; tutarlılık, kurumsallık ve diplomatik itibarla sağlanır. Ancak Türkiye'de dış politika giderek daha kişiselleşmiş, daha duygusal ve daha iç politikaya endeksli bir hale geldi. Sert çıkışlar, ani dönüşler, karşıtlıklarla örülü bir dil hem dış aktörleri tedirgin ediyor hem Türkiye'nin diplomatik manevra alanını daraltıyor.
Filistin Meselesi: Sessizliğin Politikası Yukarıda çizdiğim bu dış politika tablosunun özellikle bir başlık altında daha da çarpıcı hale geldiğini “Ortadoğu’da Dış Politika” adlı kitabımda kapsamlı biçimde ele aldım: Filistin meselesi.
Filistin davası, Türkiye'nin dış politikadaki ahlaki pusulasını test eden en önemli alanlardan biridir. Ancak yıllardır verilen sözler, yapılan sert açıklamalar ve miting meydanlarındaki çıkışlara rağmen, Filistin halkına somut bir uluslararası kazanım sağlanabilmiş değil. İsrail ile ekonomik ve diplomatik ilişkiler sürerken, Filistin yalnızca içerideki siyasi atmosferin bir parçası hâline getirilmiş durumda. Dış politikada ise bu mesele, giderek marjinalleşiyor; gerçek anlamda bir eylem planına dönüşmeden sadece sembolik düzeyde varlığını sürdürüyor.
Sadece Türkiye değil, İslam dünyası genelinde de benzer bir sessizlik hâkim. Arap ülkeleri, kendi ulusal çıkarları uğruna Filistin meselesini ya unuttu ya da diplomatik pazarlıkların konusu hâline getirdi. Normalleşme adımları atılırken, Kudüs davası geride bırakıldı. İslam İşbirliği Teşkilatı gibi platformlar etkisizleşti; uluslararası hukuka dayalı mücadeleler zayıfladı.
Bugün Filistinliler, sadece İsrail’in değil, Müslüman dünyanın suskunluğunun da mağduru. Siyasi yalnızlık kadar diplomatik yalnızlık da en ağır baskı biçimlerinden biridir. Türkiye'nin dış politikada “adalet” eksenli duruşunu gerçekten hayata geçirmesi gerekiyorsa, bu ancak Filistin meselesine karşı samimi ve uzun vadeli bir sahiplenmeyle mümkün olabilir.
Filistin davası artık bir “fotoğraf karesi” değil, uluslararası sistemde adaletsizliğe karşı verilecek gerçek bir sınavdır. Bu sınavdan geçebilmek için yalnızca ses yükseltmek değil, eylem üretmek, diplomatik inisiyatif almak ve Müslüman ülkeleri ortak zeminde buluşturmak gerekir.
Aksi hâlde, Filistin davası sadece söylemlerde var olmaya devam eder; gerçekte ise unutulmaya yüz tutar.
Sonuç Yerine Çözüm; Türkiye’nin yeniden ilke temelli, öngörülebilir, hesap verebilir ve kurumsal bir dış politika mimarisi kurmasından geçiyor. Dış politika, içeriye mesaj vermek için değil; dışarıda stratejik sonuçlar almak için yürütülmelidir. Artık hamaset değil, diplomasi zamanı. Çünkü Türkiye, coğrafi olarak bir köprü olabilir ama diplomatik olarak bir uçuruma sürüklenme lüksüne sahip değildir.
Selam ve Dua İle
Zübeyt BOZKURT