Barış, yeryüzünde en çok dile getirilen ama en az yaşatılan kavramlardan biri. Oysa hem inanç dünyamızda hem de insanlık vicdanında yeri açıktır. Kur’an, Enfâl Suresi’nde şöyle der: “Ve eğer onlar barışa yanaşırlarsa, sen de ona yanaş ve Allah’a tevekkül et.” (8/61) Bu çağrı, barışı bir lütuf değil, bir sorumluluk olarak görmemiz gerektiğini söyler. Ne var ki bu çağrıyı hatırlatanlar, çoğu zaman ya dışlanır, ya yargılanır, ya da susturulur. Türkiye’nin yakın tarihinde, barış adına konuşan herkes bu bedelin bir ucundan tutmuştur.

Bu yalnızca Türkiye’ye özgü bir durum değil. Tüm İslam coğrafyasında barışa dair söz söylemek, bugün belki de en büyük direniş biçimidir. Filistin bunun en ağır örneğidir. Yüzyıllardır işgal, sürgün, bombalar ve suskunlukla sınanan bir halk, hâlâ onuruyla barış için direniyor. Gazze’de düşen bir çocuğun elinden tutan kardeş, ya da İsrail askerlerinin önünde başı dik yürüyen bir kadın; hepsi barışın sessiz, ama en güçlü çağrısıdır.

Filistin yalnız değil; Yemen’de, Suriye’de, Afganistan’da, Sudan’da, Lübnan’da da benzer bir mücadele yaşanıyor. Kamera karşısında görünmeyen, haber bültenlerine girmeyen ama her sabah barış umuduyla uyanan binlerce insan var. Bu insanlar, yaşamak kadar yaşatmayı da istiyor. Tıpkı bizim burada, bu topraklarda barış talep edenler gibi.

Türkiye’de “barış” kelimesi neredeyse bir suç unsuru hâline geldi. Çözüm süreci, milyonlarca insan için bir umutken, kısa sürede siyasi hesaplaşmaların kurbanı oldu. O süreçte konuşanlar cezalandırıldı; siyasetçiler tutuklandı, gazeteciler susturuldu, akademisyenler ihraç edildi. Oysa barış, bir lidere ya da bir iktidara ait değil, bir halkın en doğal hakkıdır.

Bu hakkı dile getiren isimlerden biri Sırrı Süreyya Önder’dir. Barış kelimesiyle özdeşleşmiş nadir figürlerden biri olarak, bir halkın acısına tercüman olduğu her seferde hedef haline gelmiştir. O, sadece siyasetçi değil; şairdir, sanatçıdır, vicdan sahibidir. Onu “terörist” ilan edenlerin çoğu, barışın ne anlama geldiğini hâlâ bilmemektedir. Çünkü barış, sadece silahların susması değil; insanların kimlikleriyle, dilleriyle, inançlarıyla eşit ve özgür yaşamasıdır.

Bir diğer örnek de İhsan Eliaçık’tır. O da yıllardır İslam’ın özünden gelen barış mesajını dillendirdiği için ötekileştirildi. Çünkü bu coğrafyada din de, barış da çoğu zaman devletin ideolojik aygıtı gibi kullanılmak istenir. Oysa İslam’da barış, yalnızca çatışmasızlık değil; adaletin tesisi, kul hakkının korunması ve zalime karşı mazlumun yanında durma kararlılığıdır. Eliaçık’ın ifadesiyle, “barışçıl bir İslam, yaşanabilir bir dünya demektir.”

Unutulmamalıdır ki barışı inşa etmek, savaştan daha zordur. Çünkü savaş korkuya dayanır, barış ise güvene. Savaş yıkım getirir, barış sorumluluk. Ve bu topraklarda barış isteyenler, işte bu sorumluluğun altına imza atmışlardır. Kimileri cezalandırıldı, kimileri susturulmaya çalışıldı, ama sesleri hâlâ vicdan sahibi insanların yüreğinde yankılanıyor.

Bugün barıştan söz etmek cesaret işidir. Ama aynı zamanda bir inanç işidir. Çünkü inanıyoruz ki, hakikat eninde sonunda galip gelir. Ve barış, bir gün bu topraklara yalnızca bir süreç olarak değil, bir yaşam biçimi olarak dönecektir. Türkiye’den Gazze’ye, Diyarbakır’dan Kudüs’e uzanan bir vicdan köprüsüyle…