İlgi, bilginin, bilimin ışığına ulaşabilmenin birinci yoludur. İlgisiz yol almaya çalışmak gözleri kapalı yürümeye benzer. Tıpkı körebe oyununda olduğu gibi.  

İslami, düşünceden işe, idealden tatbikata ve kitapların satırlarından hayatın köşe bucaklarına indirgeyen bir yönetim. İnsanların, kendisinde, İslam adaletinin uygulamalı örneğini, İslam’ın doğruluk, izzet ve müspetliğini izleyecekleri bir yönetim.

İşte böyle Salih yönetimin mevcudiyeti, İslam hukukunun başarıya ulaşması, her yerde ve zamanda kendi salahiyetini, ispat etmesi için lazım ve zaruridir. Şu değişmez bir gerçektir ki, sistemlerin en güzeli ve kanunların en adili, kalpleri heva ve vicdanları harap olanların elinde, şerri koruyan, fesadı barındıran bir araç haline geliverir! Bunun içindir ki, ta eskiden beri şöyle denile gelmiştir: “ Adalet, yalnızca kanunun metninde değil, fakat aynı zamanda hâkimin de vicdanındandır”.  

Bu sebeple, bu inanmış yönetimin en büyük meşgale ve düşüncesi, bilinçli olarak İslam’a inanan, hidayet üzere onu uygulayan basiretle ona davet eden Müslüman bir nesil yetiştirmek olmalıdır. Ortada örneği olan bir ameli terbiye, sözle ve kalabalık laflarla yapılan eğitimden daha önemlidir.

“ Bir kimsenin halinin bin kişiyi yapacağı tesir bin kişinin sözünün bir kimseye yapacağı tescilden daha fazladır”.

Hali ve yaşayışıyla müessir olan bir kimsenin,  bir de herkesin kendisine baktığı ve örnek aldığı bir lider veya imam olduğunu düşünün! Bundan dolayıdır ki: “ İnsanlar, hükümdarlarının dini üzeredirler denilmiştir. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem). Kisra’ya, Kayser’e ve diğer hükümdarlara gönderdiği mektuplarında şunu ifade etmiştir ki,  eğer bu hükümdarlar Müslüman olacak olurlarsa, iki ecir birden alacaklardır; yok eğer İslam’a girmezlerse, hem kendi günahlarını hem de milletlerinin günahların yükleneceklerdir; çünkü onlar, İslam davetinin insan insanlara ulaşmasına engel olmuşlardır. 

Mümin ve mürşit yönetimin, halka gün vermedeki, adaletin gerçekleşmesindeki ve hayrın her tarafa yayılmasındaki tesir ve rolüne dair bir misal istiyorsak, hilafeti iki buçuk seneyi bile aşmayan, Raşit Halifelerin beşincisi olan Ömer bin Abdülaziz’i hatırlamamız kâfidir. Hilafet müddetinin kısalığına rağmen O, zülmü yok edip adaleti ihya etti; dini esasları ikame edip hakkı ve hayrı yaydı. Bu büyük başarıyı öylesine gerçekleştirdi ki, bütün İslam tarihçileri, “ Allah, her yüz senenin başında, bu ümmetin dinini yenileyecek kimseler gönderir” hadisi şerifi gereğince, onu hicri birinci yüzyılın müceddidi ilan etmişlerdir.  

Ömer b. Abdülaziz’in hilafette kaldığı otuz yıllık süre içerisinde refahın nasıl yayılarak fakirliğin yok olduğu. Ömer’in insanları nasıl zengin ederek halkın bütün aramalarına rağmen zekâtlarını verebilecek bir fakir bulamadıklarına dair Ömer Bin Üseyd’in söyledikleri hepimizin malumudur.

Yahya b.  Sait de demiştir ki: Ömer b.  Abdülaziz beni, İfrikiyye taraflarının zekât işi için göndermişti.  Zekâtları topladım, dağıtmak için fakir aradım. Fakat zekât alacak bir tek fakir bulamadım. Doğrusu,  Ömer b. Abdülaziz herkesi zengin etmişti. Ben de bu paralarla köle alıp onları azat ettim.

Adil bir İslam yönetiminin ve Raşit İslam hilafetinin gölgesinde geçen otuz aylık bir zaman içerisinde bütün bu bolluk ve refah gerçekleşti, fakirliğin kökü kazındı. Öylesine bir kökünün kazınıştı ki, filozof ve ıslahatçıların kafasında daima bir düş ve hayal olarak kalmışken, bir de ne görülsün;  Bu Ömer b. Abdülaziz devrinde gözle görülen bir hakikat oluverdi.  O kadar ki, zekât verecek hiç kimse bulunamamıştı. Evet, bulunamamıştı da, toplanan paralar şeriatımıza göre zekâtın sarf yerlerinden biri olan köle azadına harcanmıştı. Bu örnek hadise, mümin yönetimin ne denli ehemmiyet arz ettiğini ve yeryüzünde Allah’ın adaletini uygulamadaki müessiryetini bize göstermektedir.

Bu sebepledir ki, Hasan el-Basri, Fudayil b. Iyaz ve diğer selef âlimler demişlerdir ki:

Eğer Müstecab olacak bir duamızın olduğunu bilseydik o duamızı sultan için yapardık. Çünkü Allah, onun ıslah olmasıyla pek çok insanı ıslah eder.

Ancak, bu işte asıl fazilet, her şeyden önce İslam’a aittir. O İslam ki, inanan insanlar peyda eder ve onların önlerine dosdoğru bir program kor ve onlar bu programı bir yakin üzere yaşarlar, hidayet ve takva üzere uygularlar; o da en olgun meyvelerini verir de verir! Allah ondan razı olsun Ömer b. Abdülaziz’e bir gün birisi şöyle der:

“Ey Müminler ’in Emiri! İslam’a yaptığı hizmetlerden dolayı Allah sana mükâfat versin!”

O, arif bir mümin edebi içerisinde şu karşılığı verdi: bilakis, bana yaptığı hizmetlerinden dolayı Allah İslam’ı mükâfatlandırsın.  

Böylece o, üstünlüğü ehline, hakkı sahibine iade etmiş oluyordu. Kendisi,  ancak İslam fideliğinde yetişmiş ve kuran okulunda mezun olmuş biriydi.

“ Yönetimin Müslüman olması şarttır” derken, her şeyi reddeden katı bir uyuşmazlık, taş gibi bir tutum ve kör bir saplantı kastetmiyoruz. Fakat bizim bununla kastettiğimiz, bu ilahi şeriata güvenmek, onun hayata yön verme ve her halükarda hayatın problemlerini çözme kudretine sahip bulunduğuna kesin olarak inanmaktır. Elbette ki, onu tatbik ederken hikmete uygun hareket edilecek, ortam ve şartlara münasip düşen vesilelere başvurulacak ve esneklikten geri durmayacaktır. Bunlar, hiçbir şekilde, kastettiğimiz söz konusu imana ters düşmez, bilakis bunlar hakiki imanın meyveleridir.

Yine Ömer b. Abdülaziz’den örnek verelim. Bu Raşit Halife,  idarenin sapması, zülüm ve haksızlıkların yayılması, fesadın sürekli bir taklit ve yerleşmiş bir sistem halini alması ardından hilafete gelmişti. Bu mümin liderin, ortalıkta hâkim olan fesadı düzeltmesi, eğrilikleri doğurtulması ve işleri Raşit Halifeler devrindeki haline döndürmesi gerekiyordu. Haksızlıkları ortadan kaldırma ve fesadı yok etme işine başladı. Bu işi yaparken, Allah yolunda hiçbir kınayanın kınamasına aldırmıyordu. Evet, ama akıllı bir siyaset, soğukkanlılık ve hikmete uygun bir kademeli hareket ile öyle ki, onun bu halini gören hızlı ve ateşli bir takım kimseler, kökleşmiş fesatlardan devleti temizleme işine onu gevşek, umursamaz ve tavizkar sayabilirlerdi. Nitekim kendisine en yakın kimse olan oğlu onu böyle görmüştü. Oğlu, Salih ve muttaki bir gençti. Bundan dolayı gençlik heyecanı ve takva sahibi olmanın verdiği hararet ona, hadiselere, babası gibi bakabilme imkânı vermiyordu. Baba ile delikanlı oğlu arasında geçen bir konuşmayı şöyle nakletmekte:

“Genç oğul, bu kadar çok haksızlığa uğramış kimselerin bulunduğu bir zamanda, ortada hakkı alınmamış hiçbir mazlum kalmadıkça, babasının uyku bile uyumamasını istiyordu! Bu sebepten de, babasını, yattığı öğlen uykusunda kaldırıyor ve şöyle diyordu: ortada henüz halletmediğin bir sürü dava ve hukukullah varken, nasıl ve hangi emniyet içerisinde uyuyorsun?” Bu soruya baba şöyle cevap veriyordu: “ Ey Oğulcuğum! Nefesim benim binitimdir. Eğer ona acımazsam, beni gayeme ulaştıramaz; eğer nefsimi ve arzularımı yorar bitirirsem, çok geçmez düşerim. Ardından milletim de düşer. Esasen ben,  uyanıkken uyuduğum ecri, uyurken de ummaktayım. Şayet Allah, dileseydi kuranı bir defada indirir. Ama O birer ikişer ayetler halinde indirdik ki, iman kalplerine yerleşsin.  

İslami metodu çok derin ve şümullü bir şekilde kavrayan bir cevaptı bu! 

İşte anlatmaya çalıştığımız bütün bu şartların refakatinde ve sayesinde İslam hukuku görevini hakkıyla ifa edecek ve insanlar bu hukukun adaletinin gölgesinde mesut ve bahtiyar bir hayat süreceklerdir.

Selam ve Dua ile

Zübeyt BOZKURT